aslında canım hiç yazmak istemiyor. sanki mecburen bir şeyler karalıyor gibiyim. anlatacak çok şey var, dile getirmek istediğim çok şey var. fakat ben bunları bir araya getiremiyorum. kendi kendime konuşurken bile yeterince içimi dökmüş hissetmiyorum. oturup birine anlatsam da cümleleri toparlayamam gibi geliyor. açıkçası bu konulara karşı içimde zerre heves kalmadı. ne anlatacak insan var, ne de anlayacak. yine de öyle berbat bir durumda değilim. sadece bir zamanlar derdimin mevcut felaketler silsilesi olması daha iyiymiş gibi geliyor.
korktuğum başıma gelmeden olmadı tabii. sorunlardan içimde oluşan o çukurlara cılız kürekler atıldı, çukurlar dolmaya başladıkça mesele yine dönüp dolaşıp kendim oldum. halbuki ne kadar ilgiye muhtaç bir insanmışım ben. yine de bunun için hiçbir şey yapmıyorum. kimsenin dikkatini çekmeye çalışacak bir eylemim yok. kendimle ilgili her şeyde sessiz kalmaya devam ediyorum. sessizlik bir duruş mu, yoksa bir kayboluş mu? bunun da cevabı yok açıkçası.
ey sevgili kendim, fena bir adam değilsin. her şey zor, belki daha da zorlaşacak ama ayakta kalma marifetini bir şekilde buluyorsun. bazen kendimi analiz etmeye çalışırken en çok buna şaşırıyorum: “her şeye rağmen, bir şekilde yolunu bulabilmek...” bulunur elbet. bedel de ödenir yeri geldiğinde. hatta belki daha da büyük bedeller öderim. yine de her şeyin bir çıkış kapısı varmış gibi geliyor. kafamda bu kara delikten çıkmak için türlü alternatif yollar belirliyorum. bazıları gerçekten mümkün bile. planlarımı biriktirirsem, yola daha huzurlu çıkacakmışım gibi hissediyorum.
bunları kimseyle paylaşmıyorum. hatta bazen kendime bile tekrar etmiyorum. çünkü bir şeyi dile getirirsen, gerçekleşmeyeceğine inanıyorum. sessiz ve saklı ilerlemeli insan. gerçekleşirse de “koydum çocuğu” der gibi içimden bir tebrik atarım kendime.
belki önceki yazımda da aynı şeyleri yazmışımdır. dedim ya, hala toparlayamadığım cümleler var. yine de yazıyorum. belki vakit geçsin diye, belki sadece yazmak için. zaten söyledikleri çok iz bırakan biri hiç olmadım. çoğunlukla da ciddiye alınmadım. ne yazdığımın bir önemi yok, maksat parmak egzersizi gibi bir şey.
“sen mutsuz olduğun için herkes mutsuz olsun istiyorsun.”
bunu bir insandan duydum. belki bir dizide, filmde duymuştum daha önce, ama yakından duyunca tuhaf geldi. çünkü ben uzun süredir insanlara karşı set örüyorum. bu bilinçli bir tercih mi, istemsiz bir tepki mi, bilmiyorum. neyi neden yaptığımı bile geçtim, olanın bile farkında değilim. gündemim hep kendim oldum bir süredir. kimse hakkında uzun uzun düşünemiyorum. düşünceli hallerimi bile adlandıramıyorum galiba.
ve hayır, herkes mutsuz olsun istemiyorum. sadece kimsenin hayatıyla ilgilenmiyorum. belki evet, ben mutsuzum, ama bu mutsuzluk bana kadar. birinin mutluluğu benimle ölçülüyorsa, şaşırtıcı doğrusu. o zaman diyorum ki, madem bu kadar önemliyim, keşke bana da hissettirseydiniz.
belki de bu cümle, sezon bittiğinde hayatımdan çıkacak bir insana, geç kalmış bir iç cevap oldu.
yorumlar...
bu sezon yaptığım işe daha hakim, ne yaptığını bilen bir personel gibiydim. inanılmaz farklı bir etnik yapı gördüm. öyle bir oteldeyim ki, neredeyse her kıtadan insanla denk geliyorum. avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinden, güney amerika’dan, asya’dan, hatta okyanusya adalarından bile gelen insanlar. herkesin başka bir zihniyeti var. bazı davranışlar bireysel değil, ulusal gibi. mesela ingilizce bilmeyen italyanlar çok sıcakkanlı. en donuk tip bile, huyuna gittiğinde duvarlarını indiriyor. ingilizlerle aram yok mesela, ama manchester united formalı siyahi bir grup vardı, her gece yumruk selamı verir, ayaküstü futbol sohbeti yapardık. onlar samimi adamlardı. neyse neyse insanların hakkımda yaptığı yorumlar oldu ve bu çok hoşuma gitti. genelde böyle yorumları personeller kendileri yazdırırmış, bu yüzden de otel yönetimleri pek hoşlaşmazmış. lakin ben hiç kimseye böyle bir şey demedim. sadece birilerinin aldığı hizmet hoşlarına gitmiş... isimlik bile takmıyorum ben yahu...
hassasiyetler...
hassasiyet genelde dikkatle karıştırılıyor ama ben emin değilim. çünkü insan ne kadar dikkatli olursa olsun, bazı şeyleri yine kaçırıyor. belki fazla yakınlaştıkça bulanıyor görüntü. burnunun ucundakini göremiyorsun. ben de öyleyim. her detayı hissediyorum sanıyorum ama bazen en belirgin duyguyu, en açık bakışı atlıyorum. biri bana kırgınsa sezebiliyorum, ama nedenini yanlış anlıyorum. kendi içimde o kadar çok şey kuruyorum ki, karşımdakinin sessizliğini bile kendimce dolduruyorum. sonra da o sessizliğe inanıyorum. belki de asıl dikkatsizlik bu: gerçeği duymak yerine kendi yorumuma sığınmak.
fazla anlam yüklemek, anlamı bulandırıyor bazen. birinin “iyiyim” deyişindeki boşluğu fark ediyorum ama gerçekten neye ihtiyacı olduğunu kaçırıyorum. duygulara odaklanırken, davranışların basitliğini gözden kaçırıyorum. kendi hislerimin detayında boğulurken, karşımdakinin sade gerçeğini ıskalıyorum. sonra dönüp kendime kızıyorum: “sen bu kadar dikkatliydin hani?”
ama hassasiyet bazen dikkat değil, sadece yankı. içinden yükselen bir ses, ama her yankı gerçeği tam yansıtmaz.
belirsizlikler...
bazen kendimi iyi hissediyorum. gerçekten iyi. işler yolunda, kafam sakin. ama bu halin geçici olduğunu biliyorum. çünkü her şeyin altında sessiz bir “ya sonra?” var. özellikle işle ilgili. bugün yaptığım iş bana bir düzen, bir anlam veriyor ama yarın? devam eder miyim, yoksa bir sabah “ben artık böyle devam edemem” mi derim, bilmiyorum.
bazı geceler otel lobisinde, sessizliğin içinde her şeyin anlamını bir anda yitirebileceğini hissediyorum. o kısa an… hiçbir şeyin kalıcı olmadığını hatırlatıyor. belki bu yüzden geçici planlarla oyalanıyorum. “şimdilik iyiyim” diyorum, “şimdilik idare eder.” ama bu “şimdilik” bile biraz korkutucu. çünkü fark ettirmeden kalıcılığı öldürüyor.
belki de mesele kötüye gitmek değil, aynı kalmamaktan korkmak. çünkü bazen iyi bir anın bile sonu var. ve ben, o anın ne zaman biteceğini bilmemekten korkuyorum. ama yine de akşam oluyor, kahvemi alıyorum, işe gidiyorum. her şey normalmiş gibi davranıyorum. çünkü belirsizlik, hayatın sessiz bir parçası. tıpkı kararan bir gökyüzü gibi; bir bakmışsın, hava değişmiş bile.
huzur...
şu aralar garip bir huzur içindeyim. öyle taş gibi sağlam değil, daha çok geçici bir dinginlik. bir şeylerin yerine oturduğu ama tam sabitlenmediği bir dönem. kafamda küçük hedefler var. büyük değil, ama benim için anlamlı. sadece zaman istiyorlar. sabır, bekleme, biraz da kendini tutabilme hali.
önceden her şeyin hemen olmasını isterdim. şimdi geri çekilmenin de bir güç olduğunu fark ediyorum. içimde bir “henüz değil” sesi var. bazen sıkıcı, bazen koruyucu. çünkü bazı şeyler hemen olsaydı, belki ben hazır değildim. şimdi hazır olmaya çalışıyorum. acele etmeden.
her huzurun bir ağırlığı, her sakinliğin bir bedeli var. dışarıdan dengede gibi görünsem de, içimde neler devriliyor kimse bilmiyor. sessiz kalmak bile enerji istiyor. bazı geceler hiçbir şey düşünmemek için kendimi zorluyorum. sanki düşünmemek, bir tür meditasyon.
beklemek, sabır değil; sessizliği becerebilmek. çünkü bazen hiçbir şey yapmadan durmak da bir eylem. her şeyin yerine oturmasını beklerken içimde küçük hesaplaşmalar oluyor. ne kadar ilerledim, neyin bedelini ödedim… sonra bir nefes alıyorum: “şimdilik tamam.”
huzur böyle bir şey işte sürekli değil, küçük anlarda gelen bir his. ve ben artık onun peşinden koşmuyorum, sadece geldiğinde yer açıyorum. o hedefler de ulaşmak için değil, tutunmak için var. çünkü bazen insanın sadece bir yönü olması bile yeterli.
şu an sessizim. ama bu sessizlik pes ediş değil. biraz bekleyiş, biraz kabulleniş. her şeyin zamanı var. ve o zamanı beklemek de bir bedel.
ilk defa bu kadar sakin ödeyebiliyorum o bedeli.
neler olup biteceğini hala merak ediyoruz...
Yorumlar
Yorum Gönder